Gezenler Anlatıyor

Stokholm Gezisi

Bu kadar geç yazmamın nedeni bu belki de; "Nereden başlayacağımı bilemiyorum!" Saat 23.00 sıralarında, yaklaşık 4-5 bin metre yükseklikten havalimanına doğru inişe geçmişken, kaybolmamak için direnen güneşin ufku boyadığı kırmızı renklerden mi? Parlament maviden, siyaha dönmek bilmeyen gökyüzü fonu altında bir dantel gibi görünen kıyılar ve görsel bir şölene ev sahipliği yapan irili ufaklı yüzlerce ışıltılı adadan mı? Akşam 22.15 sıralarında, kaldığım evin yanıbaşındaki gölü yakarak batan güneşle yaşadığım flörtten mi? Ve saat O4.00 de aydınlanan gökyüzünden mi? Yoksa uzansam tutacakmışım hissini veren şu bembeyaz bulut kümelerinden mi? Issız, sessiz, bazen bir otomobilin, arada bir yürüyüş yapan insanların geçtiği, tertemiz ve kocaman ağaçlı sokaklardan mı? Bir içim su dedikleri cinten, ağzı burnu fındık gibi, civciv sarısı İsveçli genç kızlardan mı? Yoksa kendimi ufak tefek, zayıf ve formunda hissetmeme yardımcı olarak büyük sevaba giren, orta yaş grubu, iri yarı İsveç kadınlarından mı ? Yoksa kucaklarında ya da pusetlerinde beceriyle taşıdıkları bebekleriyle bir anne yakınlığıyla ilgilenen, hani güzel kızlarından bahsedilirken İsveç’te sanki erkek cinsi yokmuş muamelesi gören, o çok yakışıklı İsveçli erkeklerden mi? … Pek çok Avrupa kentini homelink aracılığıyla gezmiş biri olarak, bu yıl “Artık biraz da İskandinav Ülkelerini gezmeliyiz” dediğim bir zamanda gelmişti İsveçli ailenin ev değişim teklifi... İşte o zaman oturup internetten araştırmıştım; “Stokholm tam olarak İsveçin neresinde? Nereleri gezilmeli bu kentin, bu kentte neler yapılmalı ?” türünden şeyleri… … Tatilimi geçireceğim ev orada olduğu için, Stokholm’ün yeni ve çok önemli bir yerleşim bölgesi olan Sollentuna’da başladı İsveç maceram… Dallarında oynaşan yüzlerce kuşun muhabbetiyle şenlenen ve yapraklarında rüzgarın dans ettiği, çınar, meşe, kestane, fındık ağaçlarıyla dolu gölgeli ormanlarıyla… Göz alabildiğine yeşillikler arasına serpiştirilmiş, modern ve bahçeli evleri, düzenli yolları ve tüm Stokholm’de olduğu üzere son derece gelişmiş toplu ulaşım sistemiyle… Evin doğusundaki karaya sokulmuş koca deniz parçasının parklarla, marinalarla bezenmiş kıyılarıyla… Ve evin batısında, onların küçük buldukları, bana göre devasa olan ve her gün hayranlıkla günbatımlarını izlediğim o harika gölüyle… Hele ki, burada geçirdiğim günler boyunca bana verdiği dinginlik ve huzurla, anılarımın başköşesinde şimdiden yerini aldı Sollentuna… ... İsveç deyince nasıl, Nobel, Elektroluks, Volvo, Ikea isimleri aklıma geliyorsa; Stokholm deyince de, Malaren Gölü’nun Baltık Denizi ile buluştuğu noktada, 14 ada üzerinde kurulmuş, müzeleri, kanalları ve köprüleriyle tanınan, yaz sıcaklığı 20-22 dereceyi geçmeyecek kadar yağışlı ve serin şehir, İskandinavya’nın, bu en çok ziyaret edilen, bu çok gelişmiş ve modern kenti gelecek aklıma bundan sonra… 680 SEK ödeyerek aldığımız bir ay geçerli seyahat kartı (travelcard) sayesinde tüm toplu ulaşım vasıtalarını sınırsız kullanma hakkımız olduğunu öğrenince, biz de bu fırsatı değerlendirerek üçüncü günden itibaren sık sık şehir merkezine inmeye başladık. Bu gidip gelmeler esnasında fark ettim ki, İsveç dünyanın pek çok yerinden göç alan bir ülke. Adım başı karşılaştığım yurdum insanları ve duyduğum Türkçe konuşmalar, bende biraz Almanya’da, biraz Türkiye de olduğum yanılgısını yaratmakla beraber, ilk günlerden beri, ekonomisi tıkırında, istihdam sorununu çoktan çözmüş ve de insana değer veren bir ülkede olduğumun farkındaydım. Bu arada, Stokholm’ün şimdiye kadar gezdiğim bütün Avrupa kentlerinden daha pahalı bir yer olduğunu, ayrıca kent merkezindeki o çok gösterişli alışveriş merkezlerinin, bırakın Ankara, İstanbuldakileri, Antalya’daki AVM’lerin yanında bile son derece sönük kaldığını, buna karşın vitrinlerdeki etiketlerin bizdekilerle kıyaslanmayacak kadar yüksek rakamlı olduğunu belirtmem gerek... Şimdi… Hani gezginlere tavsiye edilen, hani o mutlaka en görülmesi gereken yerler vardır ya, düşünüyorum da, burada tavsiye edilenlerin çoğunu gezmişim, görmüşüm. Ancak, bu şehir hakkında internette kolayca bulabileceğiniz, benim de çoğunu yeni öğrendiğim ansiklopedik bilgileri (http://tr.wikipedia.org/wiki/Stokholm#Siyase)size anlatmanın anlamsızlığını da biliyorum... Ama yine de; Karayla iç içe girmiş Baltık Denizi’inin, çoğu zaman göllerle kaynaşarak burayı bir su şehri haline getirdiğine gözlerimle şahit olduğumu… Unesco’nun dünya mirasında da yer alan,Gamla Stanın en eski yerleşim adası olduğunu, tarihi dokusu, pastel renkli binaları, parke taşlı dar sokakları, hediyelik eşya satan dükkanları ve daha çok turiste hitap eden cafe ve restoranlarıyla cıvıl cıvıl atmosferini… Saat 13.00 sıralarında Royal Palas’taki( The Royal Palace) tantanalı nöbet değişimini izlemenin verdiği keyfi… Sık sık karşınıza çıkan su kanalları ve adaları birbirine bağlayan yüzlerce köprüsüyle bu kentin Venedik’i çağrıştırdığını ve Stokholm’e bu yüzden“ İskandinavya’nın Venedik’i” dendiğini… Nybroplan’dan bindiğimiz tur teknesiyle, 55 dakikalık bir adalar gezintisi yaparken çocuklar gibi şenlendiğimi… Djurgarden’in, tarihi ve doğal dokusuyla bir açık hava müzesi ve adrenalini maksimuma çıkaran lunaparkıyla, müzikli cafe ve restoranlarıyla dünya cenneti bir ada olduğunu… Ve 155 metre yüksekliğindeki Kaknas TV Kulesi’ne(Kaknasstornet) çıkınca, deniz, göl ve kanallarla, suya ve yeşile teslim olmuş Stokholm manzarası karşısında nasıl büyülendiğimi anlatmadan duramadım işte... Henüz akşam ışıkları altındaki Stokholm’ü göremedim, Royal Palas’ı, Nobel Müzesini, Ice Bar’ı, Glob Arena’yı gezemedim. Ama daha 9 gün buralarda olduğuma göre!…:)) Fatma İyibilgin

Devamını Oku..

Amsterdam Gezisi

Hollanda; Avrupa’nın Kuzeybatısında Almanya ile Belçika arasında yer alan ve parlamenter monarşiyle yönetilen bir kıyı ülkesi. Amsterdamsa, Hollanda’nın başkenti. Başkenti ama ülke buradan yönetilmiyor, çünkü ülkenin siyasi başkenti Lahey. Düşündüm de, buralara geleli tam 2 hafta olmuş... Dile kolay, tam 15 gündür şehir kazan olmuş, biz kepçe, ama yine de yetememişiz Amsterdamı gezmeye. Esasen, gelmesek de, görmesek de, hepimizin Amsterdam hakkında az ya da çok genel bir bilgisi vardır… Ve de Amsterdam denince ilk akla gelen şeyler, kanal gezisi yapan gemiler, bisikletler-bisiklet yolları, bol atraksiyonlu gece yaşantısı, uyuşturucu satılan-içilen yasal coffe shoppları ve ille de şehrin merkezinde yer alan Red Light District’ dir. Oysaki Amsterdam asıl, 90 ada, 1500 köprü ve yükselen deniz sularından kent topraklarını korumak amacıyla açılmış uzun kanallarıyla (ki bu kanallar Unesco Dünya Mirası listesinde yer alıyor), insanı hayrete düşüren düzenli trafiği, vızır vızır işleyen tramvay, tren, metro, tekne, feribotlarıyla, sabaha kadar aydınlatılan pırıl pırıl caddeleri ve meydanlarıyla, yağan onca yağmurun ardından bir damla su birikintisinin kalmadığı tertemiz sokakları ve bulvarlarıyla, 17.yy.dan kalma tarihi yapılarıyla, denizle iç içe girmiş coğrafyasıyla, Endonezya, Fas, İtalya, Surinam, İspanya veTürkiye’den gelip yerleşmiş o zengin insan dokusuyla ve Kuzeyde olmasına rağmen Gulf Stream’ın yumuşattığı o ılıman iklimiyle, turistik, romantik, enerjisi yüksek, cazibeli ve görülesi bir Avrupa kenti… Homelink (www.homelinkturkey.com) sayesinde geldiğimiz bu dünya kentini tanıma ve uzun süreli konaklama şansını elde ettiğimiz şu15 gün boyunca, bir iki kez dışında, toplu taşım araçlarını kullanmadık. Amsterdam’ın serin öğle sonralarında, aydınlık ve renkli gecelerinde, adım adım gezerek keşfettik müzeleri, tarihi eserleri, yemyeşil kanal boylarını, caddeleri, meydanları ve o güzelim çiçek pazarını (Bloemenmarkt)… Her ne kadar, Kırmızı Işık Bölgesi’nde (Red Light District) kabahat işlemiş bir çocuğun mahcubiyet ve sıkılganlığıyla gezindikse de ve her ne kadar o meşhur kafelerinde mariuana içmeyi deneyimlemediysek de; Dom Meydanı’nda (Dam Square) klasik müzik konserleri de dinledik, Rembrant Meydanı’ndaki (Rembrandtplein) ilginç dans, müzik, illüzyon gösterilerini de izledik… Ayrıca Bijenkorf’dan küçük bir alışveriş yapıp, Buz Barda(Ice Bar Extra Cool.Amsterdam) soğuktan titreyerek , buzdan bardaklarda içkimizi yudumlamanın keyfini de ihmal etmedik.… Amaaa... *Gözünü seveyim memleketim mutfağının! “Hollanda’ya ait özel bir lezzet tadabilir miyiz?” diye pek çok arandıksa da, Hollanda peynirleri dışında ve o kocaman sandviçlerinden başka, tadılmaya değer hiçbir yemek bulamadığımızı… *Amsterdam’ın içinden geçen ve şehre adını veren o büyük Amstel Nehri’nin, kanallardaki siyahî ve kirli deniz sularından ayırt edilemediğini görünce, memleketimizin tertemiz nehirleri ve masmavi denizleriyle gurur duyduğumuzu… *Ucuz, kaliteli, ikinci el ve antika malların satıldığını övünerek söyledikleri açık pazarları; Albert Cuyp Market Noordermarkt Flea Market, Waterlooplein Flea Market’in, Antalya’daki Şirinyalı Pazarı’nın, hele hele Kadıköy’deki Salı Pazarı’nın eline su dökemeyeceğini de söylemeden edemeyeceğim!.. Daha buralardayım… Yarın Belçika’ya doğru uzanacağım; Brüksel ve Antwerp şehirlerini gezecek, haftaya Rotterdam ve Lahey’i içine alan başka bir tura katılacağım. Bakalım siz “ Amsterdam” adlı yeni galerimi beğenecek misiniz? Şimdi, izninizle.. Fatma İyibilgin

Devamını Oku..

Yurt dışında tatil ve Homelink

Yaz geldi, herkes tatil havasına girmeye başladı...Eee... O havalar beni de iyiden iyiye sarmışken, bende farklı bir tatilden bahsetmek istedim sizlere: Geçen yıl HOMELİNK adlı uluslararası bir ev değişim sistemini tesadüfen keşfettik. Dünyanın dört bir yanından insanların birbirleriyle evlerini değiştiklerini, anlaştıkları süre dahilinde o ülkede, o evde, adeta kendi evlerinde kalır gibi keyifli, rahat ve de çok ekonomik tatil yaşantılarına sahip olduklarını öğrendik. Bu sisteme dahil olmak çok kolaydı, internetten HOMELİNKTURKEY i tıklamakla başladı herşey...Çok ciddi bir organizasyon olduğu izlenimini edinmiştik biraz araştırınca. Merak ettiğimiz, kafamıza takılan herşeyi, Türkiye temsilcisi Samim Erden öğrenebiliyorduk. 70 euro gibi küçük bir miktarı, yıllık üyelik ücreti olarak ödeyerek, bu heyecanlı yolculuğa ilk adımımızı attık. Evimizin resimlerini çektik. Ev değişimi yapmak isteyen insanlar için, evimizde bulunan imkanları yazdık(İnternet, TV, yatak adedi, sıcak su vs.) Bulunduğumuz bölgenin, gezi, eğlence, alışveriş yerlerinden kısaca bahsettik. 7-8 gün sonra ilk ev değişim teklifimizi Kanadadan almıştık bile...Amerikadan, İspanyadan, Hırvatistandan ve daha hatırlamadığımız pek çok ülkeden. Doğrusu hem şaşırdık, hem de çok heyecanlandık. Görücülere çıkan kızlar gibiydi Homelinkteki sayfamız. Teklifler sunuluyordu, biz arasından en kafamıza göresini seçebilecektik. İlk ev değişimi deneyimimizi, Türkiyeye yakın bir ülke olan İtalyada yaşayalım dedik. İtalyan aileyle, defalarca yazıştık, birbirimizi tanımak adına. Resimler gönderdik, kendimizi, evimizi, şehrimizi tanıtan mesajlar attık. Dost olduk bir süre sonra. Ve sözleşmelerimizi yaptık. Kalacağımız yer Kuzey İtalyada Milanoya 1 saatlik mesafede, Como gölüne çok yakın, mahalleleri genellikle dağların üzerinde kurulmuş ve Lecco gölünün yanıbaşında, Lecco adlı, harıka bir şehirdi. Milano havaalanına inince otobüs-tren kullanarak yaşayacağımız eve gelmek, yaklaşık 2, 5 saatimizi aldı. Evin anahtarları Türkiyedeyken bize postalanmıştı ve evin bölümlerinin kullanımıyla ilgili tüm notlar, daha önceki yazışmalarımızda bize iletilmişti. Ama neyle karşılaşacağımız ve nasıl bir tatil geçireceğimiz konusunda tedirginliğimiz had safhadaydı. ( Aynı gün, İtalyan aile de Türkiyeye-Antalyaya doğru yola çıkmıştı tabii ki...) Tren istasyonunda bindiğimiz taksi, daracık, tipik İtalyan sokağının başında bizi indirdi. Kalacağımız ev, oradaydı işte... Yakın komşuların haberi vardı bizlerden... Karşılaştığımız, muhatap olduğumuz insanlar, güleryüzlü ve dostça davrandılar; aynen Anadolu insanı gibi, bizler gibi...Evin anahtarlarını bize teslim ettiler. Hayli rahatlamıştık. Yine de çekinerek kapıyı açtık... Bir avluya giriliyordu önce, oradan yemyeşil bir bahçeye çıkılıyordu. 3 Katlı bir evdi, herşey tarif edildiği gibiydi, gönderilen resimlerde olduğu gibi. Doğrusu bizde inanamıyorduk yaşadığımıza... Eşyalarımızı odalarımıza koyup, evin içinde kullanacağımız mekanları keşfettik önce, ardından bahçeye çıktık. Yemyeşil dağlar "hoşgeldiniz" diyordu adeta.... Başarmıştık!..Yabancı bir ülkede, yabancı insanların evinde yapacağımız 25 günlük tatilimiz başlamıştı bile. Birbirimize sarılarak, epey şamata yaptık. Milano, başta olmak üzere, Como, Bellagio, Bergamo, Sondrio gibi şehirleri doyasıya gezdik...Günlerce, dağlarla, o olağanüstü güzellikteki göllerle bütünleştik adeta. Kendimiz pişirdik, kendimiz yedik. Akşamları yorgun eve dönünce, internetten memleket haberlerini aldık, yakınlarımızla haberleştik. Her akşam ertesi günün gezi planını yaptık, yol haritalarımızı hazırladık. Hiç yaşamadığımız, değişik, heyecanlı, keyifli, huzurlu, yabancı bir kültürle içiçe ve de çok ekonomik müthiş bir tatil serüveniydi bu... Hayat öyle hızlı geçiyor ki... Kendimize olan borçlarımız hafifliyor sanki keyifli zamanlar geçirince... Hele geriye dönüp bakınca, bizi gülümseten, hoş yaşanmışlıklar varsa... Ve biraz korkarak da olsa; biraz da risk alarak, güzel anılar ve gülümseyen resimler kalıyorsa elimizde ne mutlu... ... Fatma İyibilgin

Devamını Oku..

Windsor-Londra

Onceleri gezi- tatil kategorisinde guncelerimi yazarim diye dusunmustum, ama bu gunceler en çok HOMELINK katagorisinde olacak gibi görünüyor... Bugünlerde, Homelink aracılığıyla, sadece yol parası vererek, son derece düşük maliyetli ikinci bir yurtdışı tatili yaşıyoruz ve şu anda Turkiyeden yaklaşık 4 bin km. uzakta yabanci bir ulkedeyiz; Ingilterede... Bense; Londra-Windsorde bir Ingilizin evinde, yabanci bir çalişma masasinin başinda, klavyesi alışageldigim klavyeden farkli bir bilgisayarla cebellesmekteyim (!) Gelmeden önce, her akşam güncelerimi yazip, blog sayfamda yayinlamayı planlamıştım. Boylece yakınlarım, dostlarım benden günbegün haber alacaklardi...Oysa buraya geleli tam 6 gün oldu ama ben arkadaşlara soz verdigimin aksine, ancak bugun yazma firsati bulabildim... Dalaman Havaalanindan Londra Gattwiche son derece rahat bir ucak yolculugu yaptik... Hele ben, son ucak yolculugundan kalma hafif capli bir ucus korkusunu yenmek icin peşinen beni rahatlatacak bir hap içince; gercekten de bulutlarin üstünde mutlu, mütebessim, 4 saatin nasil gectigini anlamadim... Ingiltere saatiyle 01.30 gibi ucaktan indigimizde gayet rahattık. Çünkü, bizimle evlerini takas eden ailenin, havaalanında bizi karsilayacagini biliyorduk... Bavullarimızı alıp, çıkışa yonelince Laurencei gördük, kırk yıllık dostlar gibi, Türk usûlü sarilip opüştük... Havaalanindan eve donerken, trafiğin soldan islemesini son derece yadirgadım: hatta zaman zaman ters yonde gidiyoruz, simdi bir arabayla carpisacagiz duygusuna kapildim... Ev, iki katli ve sirin mi sirindi. Bahcesinde havuzu, yeşil çimleri ve rengarenk cicekleri vardı. Laurence; ertesi gun 13.30 da annesinin evinde ogle yemegine (buyuk lunch-a:)) davetli oldugumuzu soyledi. Ertesi gun soyledigi saatte gelip bizi aldi, annesinin evine goturdu...Esi, kizi ve ogluyla,anne ve babasiyla orada tanistik.Son derece sicak ve tatli insanlardi. Yemekte portakalli tavuk, pirinc pilavi, sebze haslamasi ve yaninda cok guzel sarap vardi... Ben beginner bir ogrenci olarak, kafasini, gözünü yararak Ingilizce konusmaya calistim...(Cocuklarla iyi anlastim, tabii, daha cok beden dilimi kullanarak:) Laurencein annesi ve babasi birkac kez Turkiyeye tatile gelmisler, Turkiyeyi ve Turkleri cok seviyorlar...(Hemen belirteyim ki; "bizi almiyorlar" diye AB ne cok kiziyorlar (!) Oğleden sonra bize Windsoru gezdirdiler. Buranın trafiği, arabanin kullanimi ve tren yolculuklari hakkinda bilgiler verdiler. Windsor, cok tarihi ve turistik bir sehir. 300 bin nufusu var ve insanlar gecimini genellikle turizmden sagliyor.Tarihi degeri cok yuksek olan meshur ve gorkemli bir kalesi var. Kralice yaz aylarinda buraya geliyor. Ve Kralicenin pek cok resepsiyonu bu kalede veriliyor. Kalenin icinde gezerken o ihtisami, o zenginligi yakindan goruyorsunuz. Kralicenin yasadigi bolumler ziyarete kapalı...Ama sinevizyonla, Kralicenin yabanci devlet baskanlarina, yabanci devlet temsilcilerine verdigi davetleri seyrettiriyorlar: tabii ki o davetlerin verildigi salonlarda... Windsorde dunyaca ünlü Eton Koleji var. Prens Albertde dahil olmak uzere pek cok Ingiliz ünlüsü bu koleji bitirmis. Geldigimizden beri çevreyi geziyoruz, merkeze, yürüyerek 20-25 dakikada ulasiyoruz; yeşilin binbir tonuyla içice, parklardan bahcelerden geçerek, zaman zaman Thames Nehrinin kenarinda soluklanip, ruhumuzu, gozlerimizi dinlendirerek... Havalara gelince; 6 gündür hic yagmur yagmadı, ama biz cantamızdan şemsiyemizi eksik etmiyoruz. Çünkü havada sürekli bulutlar geziniyor. Güneş bir görünüyor, bir kayboluyor, üstelik hava zaman zaman üşütüyor. Ama biz halimizden memnunuz. Çünkü Antalyadan ayrıldığımizda hava oyle sıcaktı ki, Temmuz ayında üşümek hali, bize cok iyi geldi... Yarın Londrayı gezmeye baslayacagiz. Kitaplardan, filmlerden, resimlerden tanidigimiz puslu, yağmurlu, tarihi şehir Londrayi bizzat gorup, taniyacagiz... Önümüzdeki günlerde gördüklerimi, yaşadiklarimi, paylaşmaya calisacagim... Yaşanmışlıklarima ekledigim bu yeni şeyler icin mutluyum, hem de cok... Gorusmek uzere... Fatma Iyibilgin

Devamını Oku..